Haber

12 Eylül darbesinin ‘sakıncalı’ teğmeni anlatıyor: O fotoğraf bana işkenceyi ve zulmü hatırlatıyor

Cihan Başakçıoğlu

İZMİR – Resmi rakamlara göre, 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin kayıt altına alındığı, 14 kişinin cezaevlerinde açlık grevinde öldüğü, 171 kişinin sorgu ve işkencede öldüğü 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 43 yıl geçti. 49 kişi idam edildi. Darbenin 43. yıl dönümünde akıllarda kalan fotoğraflardan biri de 17 Ocak 1984’te THKP/C Üçüncü Yol davasında tek tip kıyafet dayatmasını protesto eden tutukluların kıyafetlerini yırtarak katıldığı fotoğraftır. duruşma yarı çıplak. Fotoğraftaki isimlerden biri dikkat çekti; Rahmi Yıldırım.

TEK TİP UYGULAMAYA KARŞI OLAN ASKER…

1957 Çorum doğumlu Yıldırım, 1978 yılında Harp Okulu’ndan mezun oldu. Darbe döneminde askerliğini teğmen rütbesiyle sürdüren Yıldırım, “yasadışı görüş benimsediği” gerekçesiyle 1982 yılında ordudan ihraç edildi ve tutuklandı. “. Yıllarca yargılandığı THKP/C davasından beraat eden Yıldırım, 1986 yılında ANKA’da gazeteciliğe başladı. 1992 yılında görevden alınan askerlerin haklarını almak için kurdukları Eylül Emekliler Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Yıldırım, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ve 2011 yılında kurulan Askeri Darbe Karşıtları Derneği’nden (ADAM-DER) halen Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) Disiplin Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyor. Yayınlanmış 6 kitabı bulunan Yıldırım’la 12 Eylül Darbesi’ni konuştuk.

HEM ASKER HEM GAZETECİ OLARAK ÇOK DARBE YAŞADI

Asker kimliğiniz yerine gazeteci kimliğinizi değerlendirdiğiniz görülüyor. O halde böyle devam edelim. Altmış altı yıllık hayatınızda hangi darbeleri gördünüz? O darbeleri nasıl yaşadınız?

27 Mayıs 1960 darbesini tarih kitaplarından biliyorum. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın 1962 ve 1963’teki girişimlerini tarih ve anı kitaplarından ve bu girişimleri bizzat yaşayan arkadaşlarımın hikayelerinden de biliyorum.

Kişisel olarak hatırladığım ilk darbe 12 Mart 1971 darbesidir. Darbeden birkaç ay sonra öğrenci olarak İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’ne girdim. Bu darbe, gelişen sol hareketi bastırmanın yanı sıra, Atatürkçü cuntanın Kemalist cuntayı tasfiye ettiği darbeydi. Atatürkçü cuntanın şeflerinden İstanbul 1. Ordu Komutanı Faik Türün neredeyse her hafta okulumuza geliyordu. Her ziyaretten sonra sevdiğimiz öğretmenlerimiz uzak illere sürgün edilirdi. Askeri okullardaki öğrencilik yıllarımız, Türkiye’de sosyalist aydınlanmanın yaygınlaştığı 1970’li yıllarda geçti. Özellikle sosyalist hareketleri hedef alan ve tüm toplumun üzerinden bir rulo gibi geçen 12 Eylül 1980 darbesinde teğmen rütbesindeydim. Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanlığı yaptım. Daha sonra 1982 yılında yasa dışı görüşlere sahip olduğum ve örgütsel faaliyetlerde bulunduğum gerekçesiyle tutuklandım, iki buçuk yıl tutuklu kaldım ve sıkıyönetim mahkemesinde beraat ettim.

28 Şubat 1997 postmodern darbesinde gazeteciydim. Üyesi olduğum sendikanın bağlı olduğu TÜRK-İŞ konfederasyonu darbecilerin yanında yer alınca bizzat ben “Ne şeriat ne darbe” şeklinde bir protesto bildirisi yayınladım. “. Bu açıklama o tarihte Radikal gazetesinde haber olarak yayımlanmıştı. 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıraya da gazeteci olarak şahit oldum. Son olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi; Ardından 20 Temmuz 2016’daki sivil darbe geldi.

‘HARBİYE 1978 DEVRE ‘KIRMIZI DEVRE’ OLARAK BİLİNİYOR’

12 Eylül 1980 darbesine giden süreci nasıl tanımlarsınız? Ne oldu, darbeye kadar uzanan olaylar size nasıl yansıdı?

Darbe öncesi dönemi ve darbeyi sınıf mücadelesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda 12 Eylül darbesi öncesinde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de rüzgâr soldan esiyordu. 12 Mart darbesinin genelkurmay başkanının deyimiyle “toplumsal uyanış ekonomik kalkınmayı geride bırakmıştı.” Personel, köylüler ve memurlar sınıf çıkarlarını koruma konusunda uzun bir yol kat etmişlerdi. Sosyalist hareketlerin kurucu liderleri Uzman Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya 12 Mart darbesinde öldürüldüler, ancak onların halefleri 1974’ten sonra yeniden örgütlendiler. Sosyalist solda onlarca fraksiyon vardı. Tüm bölünmelere rağmen sosyalist bir örgütün mitingine onbinlerce kişi katılıyordu. Sosyalist hareketler tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelmişti. Kentlerin çevresinde özgürleştirilmiş mahalleler oluşturuldu. Hatta sistem partisi CHP bile kendisini solda tanımlama noktasına gelmişti.

Sosyalist aydınlanma orduyu da etkiledi. Bu noktada şu noktayı vurgulamam gerekiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ne kadar izole yaşamaya şartlanmış olursa olsun toplumdan kopuk bir hayat yaşamayacaktır. Kışlanın dışında yaşanan her şey, kışlanın içinde de karşılığını buluyor. 1970’li yıllar Türkiye’de sosyalist aydınlanmanın kışlalarda karşılığını bulduğu yıllardı. Mensubu olduğum 1978 Harbiye dönemi, Türk Silahlı Kuvvetleri literatüründe “Kırmızı Devre” olarak anılmaktadır. Yani demokratların, Kemalistlerin, komünistlerin, özellikle de komünistlerin çoğunlukta olduğu dönem.

Sosyalist solun hem kışla içinde hem de dışında kitleselleşmesi elbette kapitalist sınıfın gücünü tehdit ediyordu. Çare olarak önce sosyalist güçlere karşı devlet destekli milliyetçi sivil faşist çeteler yola çıktı. Sol güçlerle faşist çeteler arasında çıkan silahlı çatışmalarda her gün onlarca insan hayatını kaybetti. Ayrıca İstanbul’da Maraş, Çorum ve Taksim’de düzenlenen gladyo operasyonlarında yüzlerce insan katledildi. Tüm bu operasyonlar sol hareketin gelişmesini engellemeye yetmeyince nihayet 12 Eylül 1980’de askeri darbe gerçekleştirildi.

’12 EYLÜL’DE ÇANAKKALE’DE TEĞMEN OLARAK GÖREVDEYDİM’

12 Eylül 1980’i nasıl hatırlıyorsunuz? Mesela o gün neredeydiniz, nelerle karşılaştınız, neler yaşadınız?

Darbeden bir gün önce, 11 Eylül’de Çanakkale Jandarma Özel Eğitim Alayı’nda teğmen olarak görev yapıyordum. Öğleden sonra inanılmaz bir hareketlilik başladı. Asayiş ekipleri kuruluyor, mühimmat açılıyor. Alayın tüm bölüklerinde büyük bir hareketlilik var. Ama bana ve komşu şirketin komutanı komşum Tacettin Tezcan’a kimse bilgi vermiyor. Nihayet mesai bitiyor ve evlerimize gidiyoruz; Ama bizden başka kimse kışladan ayrılmadı. Darbe olacağı belli oldu. Aynen öyle oldu. 12 Eylül sabahı Alay’a gittiğimizde çok sayıda subayın ilçelere yönetimi devralmak için gittiğini öğrendik. Alay Komutanı sabah toplantısında, dönemin siyasi liderleri Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’e atıfta bulunarak, isim vermeden darbeyi duyurdu ve şunları söyledi: “Ülke iki beceriksiz kişi yüzünden bu duruma geldi, kahraman ordumuz. Yönetimi devralmak zorunda kaldım.”

Daha sonra Alay Komutanı’nın talimatıyla iki gün denetimli serbestlik cezasına çarptırıldım. O sırada tutuklanmayı bekliyordum. Ama sürpriz bir şekilde Çan ve Yenice ilçelerine sıkıyönetim komutanlığına atandım. O ilçelere sıkıyönetim komutanı olarak gönderilen subaylar bazı gerici davranışları nedeniyle geri çağrıldı ve yerlerine ben atandım.

Sıkıyönetim komutanı olarak yukarıdan gelen emirler doğrultusunda birçok kişiyi gözaltına aldım. Ama kimseye zarar vermedim. Çan ve Yenice ilçelerinde esasen ciddi bir sol hareket yoktu. Gözaltı süreçleri hukuki örgütlenmeye yönelik sonuçsuz bir uygulamadan başka bir şey değildi. Üç ay sonra Çanakkale’deki birime döndüm. 1982 yılında “yasadışı görüş” suçlamasıyla ihraç edildim ve tutuklandım.

METRIS’İN ARDINDAN İŞKENCELİ SORGULAMALAR…

Tutuklanırken neler yaşadınız? Kötü muamele ve eziyet var mıydı? Ya da başka bir deyişle o günlere dair neler hatırlıyorsunuz?

İlk olarak 1982 yılı Eylül ayında Urfa’da hudut bölük komutanı iken Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emriyle gözaltına alındım. Ordu İstihbarat ve Dil Okulu’nda sorguya çekildim. Bir ay süren sorgunun ardından göreve iade edildim. Bu süreçte herhangi bir fiziksel acı yaşanmadı. Benden öncekilerin sorgusunda da fiziki işkenceye başvuruldu ancak tepkiler üzerine işkenceciler zaptedildi.

Kasım 1982’de Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emriyle ikinci kez gözaltına alındım. Bursa polis merkezinde asma, elektrik şoku ve basilisk dahil işkencelerle sorguya çekildim. Elli gün süren sorguda suçlamaları kabul etmememe rağmen tutuklanarak Gölcük Cezaevi’ne gönderildim. Ben buradayken 28/29 Ocak 1983 gecesi yoldaşım Ömer Yazgan ve yoldaşları idam edildi. Bir başka vakada ise idam cezasından kaçınmak için rüşvet aldıkları gerekçesiyle hüküm giymiş bir hakimin kararıyla idam edildiler. Bir devrimciye yakışır şekilde darağacını kendileri tekmelediler. Onları saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum. Üçüncüsü, 1983 yılının Mart ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emriyle gözaltına alındım, 50 gün boyunca İstanbul polis merkezinde işkence altında sorguya çekildim ve Metris Cezaevi’ne götürüldüm.

Dördüncü kez 1983 yılının Haziran ayında İstanbul polis merkezinde işkence altında tekrar sorguya çekildim. Beşinci olarak Ekim 1983’te Ankara polis karakolunda sorguya çekildim ve Metris’e geri götürüldüm.

Bu süreçte sadece ben değil yüzlerce asker solcu oldukları gerekçesiyle acı dolu sorgulamalara maruz kaldı. Toplam 150 gün boyunca sorguya çekildim. Bir arkadaşımız 180 gün aralıksız sorguya çekildi. Sonuçta sorgulamalar ordudaki solcu askerlerin ortadan kaldırılmasına yönelikti. Bu katliam ve tasfiye sürecini “Kışlada Sol Suç” adında bir kitapta derledim.

‘DEVLET HAKSIZ TUTUKLAMA İÇİN BİZE TAZMİNAT ÖDEDİ’

Sonrasında yargılama süreciniz nasıl devam etti ve nasıl sonuçlandı?

12 Eylül darbesi döneminde solcu oldukları gerekçesiyle ordudan ihraç edilen genç askerler hakkında çeşitli sıkıyönetim komutanlıklarının adliyelerinde çok sayıda dava açıldı. Bunlardan en kapsamlısı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkeme’de açılan 123 sanıklı THKP/C Üçüncü Yol davasıydı. Üç arkadaşımız, yasadışı örgüte yardım ve yataklık suçundan 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ben de aynı cezaya çarptırıldım. Ancak bana verilen ceza Askeri Yargıtay tarafından bozuldu ve yargılama bu kez beraatla sonuçlandı. Beraat kararlarının ardından haksız tutukluluğa karşı tazminat davaları açtık; Davalar lehimize sonuçlandı ve devlet bize haksız tutuklama tazminatı ödedi.

‘O FOTOĞRAFLA KARŞILAŞTIĞIMDA CEZAEVLERİNDEKİ ZULÜM VE İŞKENCEYİ HATIRLIYORUM’

O döneme ait bir fotoğraf var. Üniforma dayatılmasına karşı mahkeme salonunda yapılan protestonun fotoğrafı. O fotoğrafla ilgili ne anlatmak istersiniz? Bugün içinde senin de olduğu o fotoğrafı gördüğünde nasıl hissediyorsun?

12 Eylül darbesinden sonra cezaevleri toplama kamplarına dönüştürüldü. Diyarbakır, Mamak ve Metris cezaevleri tarihe azabın sembolü olarak geçti. Hatırladığım kadarıyla sadece Diyarbakır Cezaevi’nde açlık grevi, işkence sonucu ölüm, tedavisizlik gibi nedenlerle 44 kişinin cenazesi bulunmuştu. O dönemde cezaevleri sorgulama ve işkence merkezleriydi. Öyle ki hapishaneler eziyet ticaretine bile sahne oldu. Zengin olmak için her yolu mubah gören sermaye üretim sisteminde, acı çekmek bile zamanla para kazanmanın bir aracı haline geldi. Bir cezaevi müdürü, işkence yapmamak karşılığında tutukluların yakınlarından rüşvet almaya karar verdi.

Cezaevlerine yönelik pasifleştirme, onursuzluk ve eziyet politikası çerçevesinde siyasi tutuklu ve tutuklulara “tek tip” cezaevi üniforması dayatıldı. Bu politika çerçevesinde 14 Ocak 1984’te Metris Cezaevi basıldı, tüm kıyafetlerimiz alındı, koğuşlarda iç çamaşırlarımızla bırakıldık.

Baskından üç gün sonra, 17 Ocak 1984’te THKP/C Üçüncü Yol davasının ilk duruşması görüldü. Sabah saat 06.00’da koğuşlardan çıkarıldık, işkence gördük ve üniforma giydirildik. Bu sırada dört elbiseyi yırttığımı hatırlıyorum. Sonunda giyinip hapishane avlusuna atıldık.

Saat 10.00’da kendisini duruşma salonuna götürdüler. Saniyeleri dikkate alan bir zamanlama yapmak gerekiyordu. Çünkü duruşma salonunda zincirler ve kelepçeler kaldırıldıktan sonra, seyircileri, avukatları ve mahkeme heyetini beklemeden cezaevi üniformasının yırtılması, sesin duyulamamasına yol açacaktı. Bu durumda koğuşlara ve hücrelere geri götürülecektik.

Seyircilerin, avukatların ve Cumhuriyet gazetesi muhabiri Deniz Teztel’in salona alınmasının ardından tüm heyetin salona girmesiyle birlikte formaları yırtmaya başladık. Mahkeme heyeti yerini alınca yırtma işlemi tamamlandı. Daha sonra simge haline gelen fotoğrafı Deniz Teztel o dönemde çekmeyi başardı ancak fotoğrafa yayın yasağı getirildi. Buna rağmen cezaevlerinde baskı aracı olan tek tip kıyafete karşı direnişi ilk kez kamuoyuna duyurduk.

Mahkum arkadaşlarım beni cezaevinde yaşananları anlatmakla görevlendirdiler. Duruşma hakimi duruşmayı açtığını belirten raporu basmaya hazırlanırken elimi kaldırdım ve bir söz istedim. Mahkeme başkanı Albay’ın emriyle polis beni karga pompasıyla salondan çıkardı. Tam mahkeme heyetinin önünden geçerken parmağımı salladım ve “İşkenceyle sorguya çektin, işkenceyle yargılayamazsın” diye bağırdım. Arkadaşlar, “Kahrolsun faşizm”, “İnsan onuru işkenceyi yenecek” gibi sloganlar atmaya başladı. Duruşmayı izlemeye gelen ailelerimizin sloganları ve haykırışları birbirine karıştı. Mahkeme başkanı Albay’ın talimatıyla duruşma salonundan çıkartılarak bileklerimiz kelepçeli ve iç çamaşırlı olarak cezaevi avlusuna atıldık.

Ocak ayazında hava kararana kadar hapishane avlusunda titredik. Zaman zaman yangın hortumlarıyla üzerimize su basıldı. Hava kararmaya başlayınca tek tek kıç muhafızlarından geçirilip hücrelere atıldık. O günkü falakanın fiziki acısı unutulamaz.

31 Ocak 1984’te ikinci kez külotla salona bırakıldığımızda mahkeme, kararı ihlal ettiğimiz gerekçesiyle duruşmanın sanıkların yokluğunda yapılmasına karar verdi ve bize izin verilmedi. yeniden duruşmaya geldi.

Bunca zaman sonra fotoğraf bir sembol haline geldi ve her medya kuruluşunda paylaşıldı. Bugün o fotoğrafa her rastladığımda ilk olarak cezaevlerindeki zulüm ve işkence aklıma geliyor. Ayrıca faşizme, baskıya, eziyete direnmenin onurunu da yaşıyorum.

’12 EYLÜL’DE 397 ASKER, 176 Astsubay, 447 ÖĞRENCİ ASKER ORDUDAN ÇIKARILDI’

Darbenin sonuçları defalarca raporlara yansıdı. Genel hatlarıyla 12 Eylül Askeri Darbesini bir asker olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylül darbesi dış kökenli bir darbeydi. Daha Türkiye’de resmi olarak duyurulmadan önce, dönemin ABD Başkanı’na, CIA Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze tarafından “Çocuklarımız başardı” sözleriyle müjde verilmişti. Diğer darbelere de ABD ve NATO izin veriyor. Bir askerin ABD’nin izniyle darbe yaparak faşist rejim kurması utanç vericidir. 12 Mart Genelkurmay Başkanı, “toplumsal uyanış ekonomik kalkınmayı geride bıraktı” diyerek darbe yaptı. 12 Eylül Genelkurmay Başkanı, “Garson benden fazla maaş alıyor” diye şikayet ediyordu. Dönemin işveren sendikası liderinin “20 yıldır işçiler gülüyordu, biz ağlıyorduk, şimdi gülme sırası bizde” sözleri darbenin ekonomi politiğinin en özlü sözleridir.

Söylediğiniz gibi darbenin bilançosu birçok rapora ve araştırma kitabına yansıdı. Defterlerde yer alan bilançolarda ordudaki yıkıma ilişkin herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu eksikliği mütevazı bir şekilde Kışlada Sol Suçlar kitabıyla tamamlamaya çalıştım. Kısaca anlatmak için:

Darbeciler, kendileriyle aynı görüş ve inançları paylaşmayan binlerce askeri, keyfi kararlarla ve mahkeme kararı olmaksızın Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç etti.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra 235 general ve 4 bin 171 subay, 12 Mart 1971 darbesinde 600 civarında subay, astsubay ve öğrenci asker, 12 Eylül 1980 darbesinde ise 397 subay, 1984’ten bu yana 176 astsubay, 447 öğrenci asker, bunların 900’ü 28 Şubat döneminde. 615 subay ve 928 astsubay idari kararlarla ordudan ihraç edildi.

’12 EYLÜL’DEN BUGÜNKÜ OTOKRASİ’NİN TEK EKSİĞİ, TBMM VE SİYASİ PARTİLERİN AÇIK OLMASIDIR.’

40 yıldan fazla zaman geçti. Bugünden dönüp baktığınızda o günlere dair düşünceleriniz neler? O günden bugüne ne değişti sizce?

Maalesef ülkemizin tarihi darbeler tarihi olarak yazılıyor ve yaşanıyor. Darbelerin kaynağı olarak gösterilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin M.Ö. 209 yılındaki kanlı bir darbeyi kuruluş tarihi olarak kabul etmesi ne kadar hastalıklı bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “atalarımız” dediği 36 Osmanlı padişahından 6’sının darbeyle devrildikten sonra idam edilmesi tam da hastalıklı zihniyetin ve darbeci devlet yapısının sonucudur. Ne yazık ki bu zihniyet ve devlet yapısı Cumhuriyet döneminde de devam etmiş ve ülke bir darbeden darbeye sürüklenmiştir. Nihayet 15 Temmuz akşamı ülkemiz yüzlerce kişinin katledildiği bir askeri darbe girişimine tanık oldu. Bastırılan askeri darbe girişimi “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirildi ve siyasal İslamcı tek adam faşizminin inşasına bahane oldu.

12 Eylül 1980 darbesi Türk-İslam Sentezi’ni resmi ideoloji haline getirerek siyasal İslamcı faşizmin yolunu açmıştır. Darbe lideri, meydanlarda ayetler okuyarak siyaset yapmayı bir devlet geleneği haline getirdi, okullarda zorunlu din derslerini müfredata soktu ve yabancı ülkelerdeki din görevlilerinin maaşlarının ödenmesi için uluslararası şeriat örgütleriyle işbirliği yaptı.

Bugün Cumhurbaşkanı ve partisi 12 Eylül faşizminin ruh eşi ve mirasçısı olduklarını bir kez daha göstermiştir. 12 Eylül darbesinin lideri, bir çalışanın kendisinden fazla maaş almasından şikayetçiydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün yabancı yatırımcılara yaptığı konuşmada grevlere anında müdahale ettiğini açıklıyor.

Bugünkü otokrasinin 12 Eylül faşizminden tek eksiği TBMM’nin ve siyasi partilerin açık olmasıdır. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Eylül dönemindeki Danışma Meclisi’nden hiçbir farkı yoktur.

Üniversiteler, medya ve yargı, 12 Eylül faşizm dönemindeki kadar baskı altında olmanın ötesinde, güçlülerin hizmetkarı haline getirildi. Mahkemeler açısından kıyaslamak gerekirse bu dönemin hukuk ve yargısı 12 Eylül sıkıyönetiminin bile gerisindedir. 12 Eylül döneminde olduğu gibi temel hak ve özgürlükler askıya alınmıştır. Toplantı, gösteri ve örgütlenme hakkı kullanılamaz. İşkencede kaybettikleri yakınlarını arayan Cumartesi Annelerine uygulanan zulüm utanç vericidir. Ankara’daki insan hakları anıtı bile tutuklu. Bu koşullar altında seçimin tek adam otokrasisine karşı kurtuluş olup olmadığı artık tartışılıyor.

Bu zorlu koşullara rağmen emek, barış, demokrasi ve sosyalizm güçlerinin görevi, yılmadan, her türlü hukuki zeminde çabalarını sürdürmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu